Mutluluğumu, neşemi kelimelere dökemeyecek kadar nutkumun tutulduğu zamanlarda… (ki benim konuşamamam diye bir şey gerçekten çok ama çok nadirdir…)
Mesela muhterem kocamın yaptığı nefis bir yemeğin ilk lokmasında….
Mesela içime işleyen sade ve zarif bir şekilde yazılmış bir kitabın son sayfasında gözyaşlarımı tutmakta zorlanırken…
Mesela beklenmedik bir sürpriz ile neşelendiğimde…
Yani hayatın küçük keyif ve coşku anlarında…
Derim ki; “benimle konuşmayın! Kimse benimle konuşmasın”
Kimse konuşmasın ki o anın tadını çıkarayım.
Bugün hatta bu satırları yazarken… yanımdaki adam benimle sohbete filan yeltense, söyleyeceğim şey bu olurdu. Neyse ki benimle konuşmayacak kadar kibirli görünüyor da, ben de bu cümleleri burada yazıyorum.
Benimle konuşmayın!
An itibariyle o yukarıda bahsettiğim “mesela”lardan son iki tanesini aynı anda yaşamaktayım. Az önce bitirdiğim kitabın ardından birkaç damla gözyaşı döktüğümü kimseler gördü mü bilmiyorum ama zaten umrumda bile değil! Ağlamak toplum içinde bile hiçbir zaman utandığım bir şey olmadı.
Kitaba dönecek olursak…
Nasıl sade nasıl zarif bir anlatımdı, nasıl da kayıp verme ihtimalinin ağırlığını içime kadar işletti… Mutfak. Yine bir “ben bunu okumakta nasıl da geç kalmışım” kategorisinde bir kitaptı. Akıp gitti. Böyle kitaplar okuduğumda, edebiyatın beni alıp götürdüğü alemlere şükrediyorum, iyi ki yazıyorlar iyi ki okuyorum. Japon edebiyatının hayranı olduğumu söylemiş miydim? Ofisteki Japonlara ne zaman dalacak gibi hissetsem, en sevdiğim Japon yazarların limonata gibi bir sabah denizi hissi veren kitaplarını hatırlarıyorum kendime.
Aslında şu anda uçakta ne zamandır okumadığım maillerimi temizleme işini bitirmeyi planlıyordum. Bir önceki Bakü İstanbul uçağının yüzlerce maili okumaya ömrü vefa etmeyip, hostes uyarısıyla inişte laptopu kapatmak zorunda kalınca “aman ya bir 3 saatim daha var, Brüksel’e aktarmada okur bitiririm” diyordum.
O koca İstanbul havalimanında B kapısından koştur koştur - pardon şimdi abartmayayım koşturdum ama tamamen benim tezcanlılığımdan, yoksa iki şişe rakı almaya bile vaktim varmış (aldım) - E kapısına vardım. En önden sıraya girdim. Biniş kartımı verdim, “cırt!” Yırttılar biniş kartımı, bagaj fişimi söktüler “noluyoruz” demeye kalmadı, başka bir kart verdiler, gözüm bagaj kartımda, yanlışlıkla onu da yırtıverirler, aman diyeyim.
Yaygarayı koparacak gibi oldum, “business classa yükseltildi” dediler, dedim “ben böyle bir şey istemedim, yanlışlık olmasın” korkum misler gibi koridorum 17C numaram da göte gelmesin. Baktılar cahilim, çektiler kenara anlattılar, böyle jestler oluyormuş arada. Hala biraz şüpheli teşekkür ettim, hemen kocamı aradım körükte. “Aa ben de yurtdışına çok seyahat ettiğimde yapmışlardı bana da, mis gibi işte tadını çıkar şapşik” dedi. Bir de akşam ne yiyelim diye soruyor, “portakal soslu ördek pişir bana, bugün artık tencere yemeği beni kesmez” dedim, nüktedan bir insanım.
O vakit karar verdim, maillerime bakmayacağım, first class bir insanım 1B olmuşum, mailler beklesin. 1B demişken, ben cahil, bu B sırasının ara koltuk olduğunu sanıyorum ya ekonomideki gibi, bir de içimden “tüh lan 17C mis gibi koridordu şimdi iki kişi arasına mı oturtacaklar” diye içimden geçiriyorum.
Business classa yabancılığım bununla da bitmiyor, o koltuklarda nerden masa çıkar, ne, ne zaman servis edilir bilmediğimden, sağımda solumdakinin hareketlerini çaktırmadan yan gözle dikizliyorum. Neyse ki hızlı öğreniyorum da, bu sınıftaki acemiliğimi hemen atlatıyorum.
Arada arka sıralarıma bakıyorum, ünlü birisi var mı acaba? Bir keresinde Aziz Sancar’la aynı uçağa denk gelmiştim, ekonomide uçmayaydım da yanına oturaydım, sohbet ederdik diye ekonomiye hayıflandığım tek zaman oydu sanırım. Bir de üniversiteden bir arkadaşımı İzmir İstanbul uçuşunda business classta gördüğüm zaman. Hasetimden mi bilmem, “aman ya İzmir İstanbul bir saat bile değil ne diye ekonomide uçamaz hassas götler” diye söylenmiştim. Amanın ya benim de yurtiçi aktarmada upgrade olaydı, belki de ömrümün ilk upgrade’ini bir saatlik uçuşta harcadığımı düşünsene! Karma is the bitch! Neyse ki Allah yüzüme güldü de bedavadan upgrade üç saatlik uçuşa denk geldi.
Business class sakinleri uyumuş, beyaz şarabı içince benim de uykum geldi ama uyur muyum bu sınıfın tadını doyasıya çıkaracağım! Yayıldım -evet yayılabiliyorsunuz yayla gibi koltuklar - kitabımı bitirdim, biraz gözyaşı döktüm, Türk kahvemi içtim, kahvenin yanında getirdikleri peçeteye sümkürdüm.
Gözlerim yandaki adamın kitabında, uzun uğraşlardan sonra, adını görebildim, not edeyim sonra araştırırım. Böyle saçma bir huyum var benim, yolculuklarda, parkta, sahilde, toplu taşımada insanların kitaplarını görmeye çalışıyorum, ve o kitaplardan liste yapıyorum. “Tesadüf ettiklerim” diye. Bazen alacak kitap bulamayınca o listeden kitap seçip alıyorum. O kişinin okuduğu kitapla tesadüf ettiğime göre vardır bir sebebi.
O kadar yiyip içince içim yandı, matarama su doldurmalarını istesem görgüsüzlük olur mu? Diye düşünürken yanımdaki düğmeye bastı su istedi. Baktım şık bardakta bir lokmacık getiriveriyorlar., benim deve gibi su içtiğimi ne bilsinler. Aman ne utanacağım, ekonomide ilk iş mataramı fulletirken utanmıyorum da, şimdi mi görgüsüzlük olacak dedim, daldım mutfağa, verdim matarayı. “Biz getirirdik” diyecek oldular, yok dedim, siz bana su yetiştiremezsiniz, fulleyin hepimiz rahat edelim.
Serin serin suyumu yudumlarken, arkama yaslandım ve kitabımın bıraktığı hisleri sindirirken aklıma yazmak geldi. Evet! “Kimse benimle konuşmasın” anlarını hafızaya almak lazım, sonra bir gün içlerimiz yine çok sıkılınca yine bir gün gündemden, hayattan kopmak için türlü yollar ararken dönüp okumak, okuyup o anlara gitmek için…
Kendime not: business classtaki yan koltuktaki adamın okuduğu kitap “bilinçaltının gücü” tez “tesadüfler listesi”ne alına!
Baştan sona kadar gülerek okudum, sanki bana anlatıyormuşsunuz da ben de dinliyormuşum gibi hissettim. Keyifle okudummm☀️😄🧡
Benim de “hiç bir şey yapmadan oturasım var” anlarım oluyor arada🤭